Dünya

Dünya
osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9/16/2011

macarlar osmanlıya karşı direnen zigetvar şehrine kahramanlık ünvanı için tartışıyor

Tarık Demirkan
Budapeşte

Bir garip ülke oldu Macaristan, bu kesin.
Son yirmi yılın demokrasi arayışlarının, siyaset yelpazesinin neredeyse tüm renklerinin denendiği iktidar modellerinin, krizle birlikte büyüyüveren mali sıkıntıların bir sonucu mu bilinmez ama, şurası kesin ki, Macaristan’da toplumsal mutabakat derinlerde bir yerlerden çatırdıyor.
Denenmemişi arama ve farklılık yaratma çabaları da, her şeyin yeniden ele alınıp gözden geçirilmesini sanki zorunlu kılıyor.

İşte bunlardan biri de Macarların tarihe bakışı ve Osmanlıya yaklaşımı.

Macaristan’a bir kez gelmiş olanlar bile bilirler ki, Macarlar, Osmanlıya yaklaşımlarında geleneksel olarak, Osmanlının geçmişte iz bıraktığı diğer Avrupa ülkelerden farklıydı.

Mohaç meydan savaşını kazanarak Orta Avrupa kapılarını ordusunun önünde açan Osmanlı padişahı Kanuni'nin heykeli, ya da Türk Dostluk parkı başka hangi ülkede var ki?

Ya da Budin’in, yani bugünün Budapeşte’sinin, şehri savunurken hayatını kaybeden son Osmanlı paşasının mezarına “kahraman düşmanın anısına” diye hangi ülkede yazarlar ki?

İşte Macarlara egemen olan bu anlayış, şimdi yerini yavaş yavaş, ne olduğu henüz çok da şekillenmeyen bir başka anlayışa bırakıyor.

2010’da işbaşına gelen yeni Macar hükümetinin ilk icraatlarından biri, bundan tam 555 yıl önce, yani 1456’da gerçekleşen bir olayı; Osmanlı ordusunun Belgrad önlerinde durdurulmasını, okullarda da anılması gereken resmi “Macar Ulusal Günü” ilan etmesiydi.
Bu savaşta bir Macar beyinin kumandasındaki Hristiyan ordusu Osmanlının Avrupa’daki ilerleyişini bir süreliğine durdurmuştu.

Peki ama, 555 yıl sonra, bugün artık bir başka ülkenin başkenti önlerinde, artık tarihte var olmayan devletler arasındaki savaşı Macar Ulusal Günü ilan etmekten maksat neydi?

Artık tüm Avrupa’da siyasi ve kültürel birlikten bahsederken ve Macaristan’ın Türkiye’nin AB’ye katılmasına destek verdiği de resmen açıklanmışken, tam 555 yıl önceki bir savaş, neden ulusal gün ilan ediliyordu?
Tesadüf değil

Bu adımın çok da tesadüf olmadığı, bir süre sonra anlaşıldı.

Geçtiğimiz günlerde iktidar partisi Macar parlamentosuna bir yasa taslağı önerisi verdi. Buna göre Türklerin de tarihten aşina olduğu Zigetvar şehri Osmanlıya karşı direndiği için bundan böyle resmen “kahraman şehir” payesini alacaktı.

Böylece yeniden yüzyıllarca öncesine dönülmüş oldu.

400 yıl önce olup bitenler nedeniyle bir şehre “kahraman” kahraman payesi vererek, 555 yıl önce cereyan eden bir çarpışmayı resmen “ulusal gün” ilan ederek yapılan, dolaylı da olsa, durup dururken “düşman yaratmak” değil miydi?

Düşman yaratarak, milli duyguları körükleyerek nerelere varabileceğinin örnekleriyle dolu yakın tarih. Hele hele Avrupa’da kültürel ve dini ayrılıkların körüklendiği bir dönemde hiç de istenmeyen sonuçları da olabilir.

Oysa, tarihe yaklaşım başka türlü de mümkün, ki bunun örnekleri de Macaristan’da bol miktarda var.

Geride kalan yıllarda Macar kentlerinde moda haline gelen tarih festivallerinde, kentlerin büyük bir çoğunluğu Osmanlı ve Türk kültürünü, kentlerinin bugünü açısından bir zenginlik olarak gösterdiler.

Motifleriyle, şehirde kalan tarihi eserleriyle, efsane, masal, yemek, şarkı ve diğer anılarıyla, bir zamanlar bu topraklarda yüz elli yıl boyunca var olan Osmanlı, bugün artık bu kentleri daha değerli kılacak olan bir kültürel miras olabilirdi.

İstanbul’la birlikte 2010 yılında Avrupa Kültür başkenti ilan edilen Pécs şehri, Osmanlı kültürünün şehirde bıraktığı olumlu izleri vurgulayan zengin programıyla pozitif bir örnek vermişti.

Kaldı ki, tarih, iki ülke arasında çok olumlu örneklerle de doluydu; Asya’dan gelen göçebe kavimlerden biri olan Macarların, Habsburg imparatorluğuna karşı verdikleri bağımsızlık savaşlarında Osmanlı hep arka çıkmış, Thököly, Rákoczi, Kossuth gibi özgürlük kahramanı Macar mültecilere kapılarını açmıştı.

Tarihe yaklaşımın Macaristan’da nasıl bir yön izleyeceği henüz kesin değil.

Geçmişi allayıp pullamaya ve milliyetçi duyguları körüklemeye karşı çıkanlar da var elbet. Zigetvar’a “kahraman şehir” unvanı verilmesi konusu meclise geldiğinde, muhalefet de hemen bir zamanlar Osmanlıyla mücadele eden bir başka Macar şehri olan Eger (Egri kalesi) şehri için aynı öneriyi verdi.

Taslağı hiç değiştirmeden, sadece şehrin adını silip bir başkasını yazan muhalefet temsilcileri, “haydi tartışalım; en kahraman şehir hangisi?” sürecini başlatırken, konuyu böylece biraz alaya alma yolunu seçtiler.

Muhalefet, işsizliğin, yoksulluğun, Romanlara karşı ırkçılığın yükseldiği şu dönemde, başka konuların tartışılması gerektiğini vurguluyor.

Toplumun bir kısmı da, siyasetçileri 500 yıl öncesinden bugüne gelmeye davet ediyor.

Bakalım sonuç ne olacak?

Sağduyu mu kazanacak, yoksa milliyetçi duyguları körükleme uğruna, tarihin derinliklerinden parlak cilalı sayfalar yaratma çabası mı?

Bunu hep birlikte göreceğiz.

9/03/2011

kayıp troia hazinesini yunanistana kaçıran alman arkeologun sırrı çözüldü

Çanakkale'ye bağlı Tevfikiye Köyü sınırlarındaki Troia Antik Kenti'nden Alman arkeolog Schliemann'ın bulup kaçırdığı hazinelerin gizemi çözüldü. İzzettin Efendi'nin yürüttüğü soruşturma sonunda Dahiliye Nezareti'nce kaleme alınan belge, Schliemann'ın Troia Kralı Priamos'a ait olduğunu söylediği hazineleri Atina'ya ne zaman, kaç kerede, kimlerin yardımıyla ve nasıl kaçırdığı konularındaki şüpheleri ortadan kaldırdı.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi ve Troia Kazı Heyeti Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Rüstem Aslan ile Tarih Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Sönmez, arkeolog Schliemann ile ilgili uluslararası arkeolojik araştırma makalesi hazırlamak için iki yıl önce çalışmalara başladı. İki öğretim üyesi, Schliemann'ın 'Priamos Hazineleri' olduğunu ileri sürdüğü hazinelerin kaçırılışıyla ilgili arşivlerde ne kadar belge varsa hepsini tek tek taradı. Osmanlı arşivlerinden çıkan bir belge hazinelerin kaçırılışıyla ilgili pek çok bilinmeyene ışık tuttu. Troia hazinelerinin Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından 1873 yılında Yunanistan'ın Atina kentine kaçırılışının ardından olayla ilgili Osmanlı Devleti'nin başlattığı soruşturmanın belgeleri gün ışığına çıktı. Dahiliye Nezareti'nce 24 Temmuz 1874 tarihinde Osmanlıca olarak kaleme alınan belge, olayla ilgili sır perdesini ortadan kaldırdı.

SCHLIEMANN HAZİNELERİ ÜÇ PARTİDE KAÇIRMIŞ
ÇOMÜ öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Sönmez, Osmanlı Arşivi'nde ortaya çıkan belgenin Schliemann'ın hazineleri kaçırması ile ilgili olarak Osmanlı Devleti'nin açtığı soruşturmanın detayları hakkında bilgiler verdiğini söyledi. Sönmez, "Osmanlı Devleti, Schliemann hazineleri Atina'ya kaçırdıktan sonra hemen soruşturma başlatmış. İzzettin Efendi'yi de bu soruşturma kapsamında görevlendirmiş. Soruşturma sonunda, Dahiliye Nezareti'nce hazırlanan belgede, Schliemann, "Hükümet tarafından tayin edilen Emin Efendi'nin memuriyeti zamanında çıkarılmış olan eşyaları 1873 senesi Nisan ayı başında ve aynı senenin Mayıs ayı sonunda olmak üzere iki kez, Kumkale nahiyesinde bulunan Karanlık Liman isimli yerde, kereste yüklemek üzere gelmiş olan Yunanlı kaptan Andreya'nın gemisine koyarak kaçırmıştır. Üçüncü kez ise, hafif olup da koyun ve koltuğa sığabilen altın mücevherleri ise bir kasa içerisinde ve kendisi ile yanındakiler ceplerinde olarak Kumkale İskelesi?nden Abdullah reisin kayığıyla Kale-i Sultaniye gümrük idaresine getirip oradan Atina'ya götürmüştür' denmekte. Bu ifade, Schilimann'ın Troia'da bulduğu hazineleri tek değil, üç seferde kaçırdığını gözler önüne seriyorö dedi.

HAZİNELER 50 BİN FRANK'A GİTTİ
Yrd. Doç. Dr. Ali Sönmez, Schliemann'ın hazineleri kaçırmasının ardından Osmanlı Devleti'nin hazinelerin peşine düştüğünü, ancak geri almakta başarılı olamadığını söyledi. Sönmez, "Osmanlı Devleti, hazineler için Yunan hükümetine başvurmuş. İşi takip etmek için de o dönemin müze müdürü Dethier'i görevlendirmiş. Bir avukat atanmış. Yunanistan'daki ilk mahkeme Mart ayında başlamış ve Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanmış. Daha sonra Osmanlı Devleti itiraz etmiş. Yüksek mahkemeye giderek bu kararını iptal ettirmiş. Hemen akabinde Schliemann'ın evine bir haciz gelmiş. Ama bu durumu önceden Yunan hükümetinden öğrendiği için hazineleri evinden kaçırdığını tahmin ediliyor. Daha sonra Osmanlı Devleti 9 ay süren süren mahkeme sürecinin ardından bu işi anlaşma ile neticelendirmek zorunda kalmış. Schliemann, Osmanlı Devleti'ne 50 bin Frank ödemiş ve dava kapanmış. Oysa, Osmanlı, başlangıçta 1 milyon Frank'ın üzerinde bir para istemiş. Ama o günün şartlarında bunu elde etmek imkansız olduğundan Osmanlı Devleti 50 bin Frank'ı kabul etmek zorunda kalmış" dedi.

BELGE TROİA HAZİNELERİNİN SIRRINI ÇÖZÜYOR
ÇOMÜ öğretim üyesi ve Troia Kazı Heyeti Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Rüstem Aslan ise, hazinelerin ne zaman, nereden, kaç kerede, kimler tarafından ve nasıl kaçırıldığı konularına açıklık getirmesi ve Osmanlı Devleti'nin hazineler kaçırıldıktan hemen sonra konuyu aydınlatmak için takındığı ısrarcı tutumu anlatmasının belgeyi iki açıdan önemli kıldığını belirtti. Troia hazinelerinin kaçırılışıyla ilgili pek çok konunun uzmanlar tarafından halen tartışıldığına dikkat çeken Doç. Dr. Aslan, bu belgenin, bunun tek bir büyük hazine olduğu ve bir kısmının Troia'da bulunmadığı yönündeki iddiayı çürüttüğünü söyledi. Doç. Dr. Rüstem Aslan, "Şimdiye kadar, Schliemann'ın 31 Mayıs'ta Troia'da önemli bir hazine bulduğunu, ve bunu Calvert'in çitliğine yolladığını, ardından da Atina'ya kaçırdığını ve karısı Sophia Schliemann'nın hazineler bulunurken iddia edildiği gibi Troia'da olmadığını biliyorduk. Aradan onca yıl geçmesine rağmen hazinelerin bir kısmının gerçekten Troia'da bulunup bulunmadığı konusunda hala şüpheler vardı. Bir iddiaya göre, buluntular bir tek büyük hazineydi ve 31 Mayıs'ta bulunup kaçırıldı. Bir başka iddiaya göre ise, buluntular küçük küçük hazinelerdi ama Schliemann sansasyon yaratmak için büyük hazine bulduğunu söylüyordu. İşte bu belge, Schliemann'ın Troia'da 1873 yılının Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında küçük küçük hazineler bulup, bunları üç ayrı seferde kaçırdığını ve hazinelerin tek bir büyük hazine olmadığını ortaya koydu. Ayrıca hazinelerin hepsinin Troia'da bulunduğunu gösterdi. Bu da Troia hazinelerinin sırrını çözüyor" dedi.

Aslan, kesin cevabı veren bu belge doğrultusunda hazırlayacakları daha geniş bilgilerin yer aldığı arkeolojik araştırma makalesini, uluslararası alanda kamuoyunda duyurmak için Almanca ve Türkçe olarak yayınlayıp kamuoyu ile paylaşacaklarını da kaydetti. Bir arkeolog olarak hazinelerin çıktığı yerde sergilenmesi gerektiğini de savunan Aslan, ihale aşamasına gelen Troia Müzesi'nin, hazinelerin geri dönme umudunu güçlendirdiğini de belirtti.

7/08/2011

ilk dünya haritasını çizen piri reisin idamında hürrem sultanın rolü

Kanuni Sultan Süleyman'ın dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Piri, 1523'deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması'na katıldı. 1524'de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pargalı Damat İbrahim Paşa'nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1525'da gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye'sini İbrahim Paşa aracılığıyla Kanuni'ye sundu.
Piri Reis'in 1526'ya kadar olan yaşamı Kitab-ı Bahriye'den izlenebilir. Piri Reis, 1528'de, ilkinden daha içerikli ikinci dünya haritasını çizdi. 1533 yılında Barbaros Hayrettin Paşa kaptan-ı derya olunca Piri Reis de Derya Sancak Beyi (Tümamiral) ünvanı alan Piri Reis, sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalıştı. Barbaros'un 1546'da ölümünün ardından Mısır Kaptanlığı (Hint Denizleri Kaptanlığı da denilirdi) yaptı, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'ndeki deniz görevlerinde yaşlandı. Osmanlı donanmasında yaptığı son görev idamıyla sonuçlanan Mısır Kaptanlığı oldu.
Mısır Kaptanı Piri Reis 1552'de Umman ve Basra üzerine 30 gemiyle çıktığı seferde, Hürmüz Kalesi'ni kuşatmıştı. Portekizlilerden aldığı haraç karşılığı kuşatmayı kaldırdı ve donanmasıyla Basra'ya döndü. Tamire muhtaç donanmayı orada bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır'a döndü, gemilerden birisi yolda battı. Donanmayı Basra'da bırakması kusur sayıldığı için Mısır'da hapsedildi. Basra valisi Kubat Paşa'ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa'nın politik hırsı yüzünden hakkında padişaha olumsuz rapor verildi ve dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın fermanı üzerine 1554'te boynu vurularak idam edildi. İdam edildiğinde 80 yaşının üzerinde olan Piri Reis'in terekesine devletçe el konuldu.

Piri Reis'in idamında Hürrem Sultan'ın rolü olduğu hakkında bir rivayet vardır[1]. Hürrem Sultan'ın Kırım'dan Kemal Reis ve Piri Reis'in gemisi ile İstanbul'a getirildiği iddia edilir. Piri Reis'in dünya haritasının parçası Topkapı Sarayı Harem Dairesi'nde bulunmuştur. Hürrem Sultan'ın Piri Reis'in başarısının önüne geçmek için dünya haritasını parçaladığı ve parçaların Rusyaya gönderildiği ve ardından Kanuni'nin aklına girerek Piri Reis'i idam ettirdiği iddia edilir.

6/22/2011

vatikan kütüphanesinde evliya çelebi'nin haritası bulundu seyahatname'den sonra en önemli belge

Evliya Çelebi’nin seyahat notlarına dayanan ve Çelebi’nin gözetiminde yapıldığı tarihi belgelerle kesinlik kazanan Nil Haritası, 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi’nin 12. sayısına konu oldu.

Evliya Çelebi’nin belgesel izi sayılabilecek harita, bu gün Vatikan Kütüphanesi arşivlerinde bulunuyor ve Çelebi’ye ait Seyahatname’den sonra en önemli belge olarak kabul ediliyor.

Daha önce hiçbir yerde yayınlanmayan bilgi ve belgeleri gün yüzüne çıkaran dosya, 'Evliya Çelebi'nin Belgesel İzleri' başlığıyla Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nuran Tezcan tarafından kaleme alındı. Dr. Tezcan, Chicago Üniversitesi öğretim görevlisi Robert Dankoff ile beraber Vatikan arşivlerine giren ve haritayı gün yüzene çıkaran önemli bir bilim insanı.

NİL HARİTASI'NIN KAHİRE'DEN VATİKAN'A YOLCULUĞU
Evliya Çelebi 1672-73’te Nil yolculuğuna çıkar. Amacı Nil’in kaynağını görmektir. Nil’in Kuzey kolları üzerinde Kahire’den İskenderiye ve Reşid’e daha sonra Dimyat’a gider. Tekrar Kahire’den yola çıkarak Nil’in kaynağı olan Cebel-i Kamer’e doğru Güney yönünde Nil’in sahillerini gezer. Sudan ortalarına kadar inen Evliya, Nil’e 32 konak yaklaştığını, fakat vahşi doğa ve barbar kavimler yüzünden daha ileriye gidemediğini ifade eder.

Evliya Çelebi yolculuğunda harita ile seyahat ilişkisinin önemini kavramıştır. Daha önce coğrafyacıların Sudan tarafına sıcaktan ulaşamadığını, bu bölgenin bilinmediğini, dolayısıyla kendisinin üstadı Nakkaş Hükmizâde Alî Beg’den öğrendiği üzere seyahati esnasında resmetmiş olduğu kaleleri, şehirleri, nehir, dağ ve gölleri, Nil ve Fûncistân seyahatini tamamlandıktan sonra, Papamunta –resimli ilk dünya haritası Mappamundi– gibi haritada göstermek amacındadır. Ve bunun mevcut coğrafya eserlerine ve haritalarına bir ek olacağını da bildirir.

Bugün Vatikan’da Biblioteca Apostolica’da Evliya Çelebi’nin seyahat notlarına dayanan Nil haritası, onun seyahatinin sonunda bu projeyi gerçekleştirmiş olduğunu gösteriyor.


18. yüzyılda Seyahatname’nin İstanbul’a gönderildiği yıllarda Kahire’den Vati-kan’a gelen bu harita, kaba bez üzerine çizilmiş. Uzunluğu 543 cm olan haritanın yukarısında Nil’in kaynağı, aşağısında Nil deltası bulunuyor. Yani Güney yukarıda, Kuzey aşağıda yer alıyor. Eni, yukarıda 88, aşağıda 45 cm olan harita üzerinde Nil, kaynağı olarak kabul edilen Cebel-i Kamer dağından çıkar, Kızıldeniz ile Libya çölü arasına sıkıştırılmış biçimde uzanır, Kahire’de iki kola ayrılıp Akdeniz’e ulaşır.

Eski coğrafya kaynaklarına göre Nil’in kaynağı Cebel i Kamer dağıdır, haritanın bu anlayışa göre çizilmiş olduğu görülür. Üzerinde 500’e yakın şehir, kale, dağ, vadi, göl, kavimler, vahşi hayvanlar, altın yatakları, ticaret malları vb. üzerine bilgileri yer alır. Evliya’nın Seyahatname’nin 10. cildinde geçtiği yerleşim yerleri hakkında verdiği bilgiler bu haritada rahatlıkla izlenmektedir.


SADECE OSMANLI TOPRAKLARINI GEZMEDİ...
Evliya Çelebi yalnız Osmanlı ülkesini değil, komşu ülkeleri de gezmiş, bu ülkelere gitmek için kral ya da patrik gibi yüksek mevki sahiplerinden bir çeşit vize demek olan geçiş belgeleri almıştır. Evliya, Seyahatname’de “papinta, papinta kâgız ya da papinta hatt” diye adlandırdığı bu belgelerden birincisini 1074/1664’te Nova’ya giderken Dobro Venedik (Dubrovnik) kralından almıştır. İkincisini 1075/ 1665’te Batı Avrupa’ya gitmek için Viyana kralından (1. Leopold) alır.10 Bu belge ile Seyahatname’nin çeşitli yerlerinde Batı Avrupa’ya gittiğini bildirirse de bu seyahatini gerçekleştirememiş olduğu anlaşılır.

Üçüncü belgeyi ise 1082/1672’de Tûr-ı Sînâ’daki manastır patriğinden almıştır. Bu sonuncusu bugün elimizde bulunmaktadır. Yunanca olan bu belge 2006’da Pinelophi Stathi tarafından yayınlanmıştır. Yazar, bu belgenin İstanbul’daki Mukaddes Yerler Patrik Temsilciliği (Metochion) kütüphanesinde yabancı memleketlerde seyahat edecek olanlara verilen mektupları içeren 827 numaralı dosyada bulunduğunu bildirmektedir: “Patriklikçe tanzim edilmiş apantahousa, tarihsiz, seyyah Evliya Çelebi’yi tanıtıyor”.

Bu belgede Evliya Çelebi’den şu sözlerle bahsedilmektedir:
“.... Hepiniz bilesiniz ki, tarafımızdan tanzim olunan bu mektubun hâmili Evliyâ Çelebi, namuslu ve insan dostu bir insandır. Onun arzusu ve emeli seyyâhı âlem olmaktır; gezdiği yerleri, şehirleri, kavimleri anlatmaktır, kalbinde kötülük yoktur, hiç kimseye haksızlık etmek, hiç kimseyi incitmek istemez. Biz onun namına tanıklık etmek isteriz ki, kendisi mûnis ve iyi bir insandır, bu sebebten hepinizden niyâz ederiz ki onu iyi bir adam olarak misâfir ediniz, o dindâr Hıristiyanlardan lütûflar ve iyilikler hak etmiştir. Her nerede bulunursa bulunsun veya seyahat esnasında, ister karada ister denizde olsun, ister şehirlerde ister köylerde olsun bizce ve pek çoklarınca insan dostu (barışsever) bir kişi olarak tanınan kendisi hiç bir tahkikat ve soruşturmaya mâruz kalmamalıdır. Bizim tarafımızdan ve pek çok başka kişi tarafından barışsever bir kişi olarak tanınır...”

11 Evliya, bu tavsiye mektubunu hac yolculuğundan dönüşü sırasında Tûr-ı Sînâ’daki manastırın Rum Patriğinden nasıl aldığını kendisi Seyahatname’nin 9. cildinde anlatır. Burası ünlü St. Catherine Manastırı’dır. Evliya, dağların arasında bir dağın tepesinde benzeri olmayan büyük bir manastır olduğunu, içinde pek çok patrik, rahip ve keşiş bulunduğunu, kendisini önce içeri sokmak istemediklerini, ancak onlarla dostane ilişki kurarak içeri girip gezdiğini, çok ilginç bir manastır olduğunu ayrıntılı olarak anlatır. “Ammâ kefere elinde kalmışdır. Ammâ İslâm elinde olsa berbâd olurdu” der. Evliya, onlarla kurduğu iyi ilişkiyi hediyeleşmeye kadar götürmüş, hatta patrik kendisine bir saat hediye etmiştir. Patrik kendisine ayrıca yukarıda adı geçen ve Evliya’nın Seyahatname’de “Seyyâh-ı âlemdir. Gelüp Tûr-ı Sînâ’yı ziyâret etmişdir. Yedi kral diyârında kimse mâni olmaya” diye özetlediği geçiş belgesini almıştır.
mynet

6/20/2011

kıbrısta ingiliz işgalinde bile eğitim veren osmanlı medreseleri şimdi ne durumda

Kıbrıs'ta Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılmış on beş medrese bulunmaktaydı. Vakfıye defterlerine göre ise kayıtlı on bir tane medrese vardı. Bu medreseler, lise düzeyinde eğitim vermekteydi. 
Adadaki ilk medrese, 1573'te, Lefkoşa'da inşa edilen Büyük Medrese'dir. Yine Lefkoşa'da bulunan Küçük Medrese ise, ondan beş yıl sonra inşa edilmiştir. On iki medresenin sadece sekizi İngiliz dönemine kadar eğitimine devam edebilmiştir.


On beş medreseden dokuzu, sadece Türkiye tarafından tanınmakta olan Kuzey Kıbrıs'ta, beşi ise adanın güney kesiminde bulunmaktadır. Birinin ise nerede bulunduğuna dair bilgiye ulaşılamamıştır. En fazla medrese olan yerleşim yeri yedi medreseyle Lefkoşa iken, onu iki medrese ile Baf izlemektedir. Gazimağusa, Larnaka, Limasol, Peristerona ve Lefke'de de birer medrese bulunmaktadır.

Adada, Osmanlılar döneminde medrese eğitimi çok üst düzeydeydi. A. Süha adlı araştırmacıya göre; bu dönemde Kıbrıs'taki medreseler, Anadolu'nun güney kesiminden öğrenci çekmekteydiler. Öğrenci gönderen şehirlerin başında Mersin, Anamur, Antalya ve Adana gelmekteydi. 16. yüzyıldan sonra bu eğitim türü Osmanlı gerenelinde olduğu gibi adada da zayıflamaya başamıştır. Önceleri, bir kanunla kapatılmaları yasaklanmıştır.Daha sonra, Osmanlı döneminin sonlarında ve İngiliz hakimiyetinde bu eğitim daha da zayıflamış ve 1939-40 eğitim-öğretim sezonunda sona ermiştir. Eğitim vermekte olan son medrese olan Büyük Medrese, 1936 yılında yıkılmıştır; fakat eğitim bir süre daha devam etmiştir. 1931 yılında söz konusu medresenin yıkılıp tekrar yapılacağı haberleri üzerine, bazı ada sakinleri medreselere karşı çıkmıştır. Günümüzde ise medreselerin çoğu harap durumdadır.
wikipedia

4/10/2011

pargalı ibrahim isyan bayrağını çekti ya beni öldürün ya da bırakın

Muhteşem Yüzyıl isimli dizide 'Pargalı İbrahim' rolünü canlandıran genç oyuncu Okan Yalabık istediğini böyle aldı.


Tarihte, Kanuni Sultan Süleyman'a 'Has Odabaşı'sı olarak hizmet eden Rum devşirmesi Pargalı İbrahim, Hürrem Sultan'ın yön vermesiyle Padişah tarafından öldürtülmüştü. Bunu bilen ve bölüm başına 8 bin lira kazanan Okan Yalabık, dizide kendisinin çok etkili bir rolü olduğunu belirterek geçtiğimiz hafta yapımcıdan zam talep etti. Yapımcıya, "Ya beni öldürün diziden ayrılayım, ya da ücretimi makul bir seviyeye yükseltin" diye restini çekti.


Bugün’ün haberine göre, oyunculuğu seyirciler tarafından çok beğenilen ve diziye katkısı büyük olan Yalabık'ın bu resti işe yaradı ve yapımcısı haftalık ücretini 8 bin liradan 15 bin liraya çıkardı.


Pargalı İbrahim, tarihi gerçekler gereği bir süre sonra Yeniçeriler tarafından öldürülecek ve Okan Yalabık böylelikle diziye veda edecek. Ancak bu gerçekleşene kadar Okan Yalabık'ın ücretinde anlamlı bir artış görülecek. Kanuni'yi canlandıran Halit Ergenç ise bölüm başına 30 bin lira kazanıyor.

Cannes'da düzenlenen 2011 MIP TV Televizyon Fuarı'nda 'Muhteşem Yüzyıl' dizisinin dünya lansmanı gerçekleşti. Geceye onur konuğu olarak dizide Kanuni'yi canlandıran Halit Ergenç ve Hürrem Sultan'ı oynayan Meryem Uzerli de katıldı.

Halit Ergenç, "Bu gece için bizler çok heyecanlıyız. Burada da gördüğümüz büyük ilgi bizi çok mutlu etti. Tarihi bir dizi yapmak günümüz dizisi yapmaktan daha zevkli Padişahı bugüne yansıtabilmek insana büyük bir heyecan veriyor" dedi.

Meryem Uzerli ise "Bu dizide olduğum için çok mutluyum. Hayatımda Hürrem öncesi ve sonrası çok şey değişmedi. Sadece insanlar çok daha iyi davranıyorlar bana. Her yerde sevgilerini gösteriyorlar. Bu ilgiyi Cannes'da bile yaşamak beni çok sevindirdi" diye konuştu.

İzzet Pinto ve TIMS Yapım'ın sahibi Timur Savcı da dizi için yüzlerce randevulu görüşme yaptıklarını ve 20'yi aşkın ülkenin proje ile çok yakından ilgilendiğini sözlerine ekledi.
msn haber