Zonguldak’ın kaderi, çıkan kömür kadar karadır. Kapkaradır hem de...
Yerin 500 metre altına girebilmek için maden işçileri bir zamanlar baş ağrısı ilacı olarak satılan “optalidon” kullanırlardı.
Bir kaç tane fazla içinde kafayı bulduran optalidon... Bir çeşit cesaret alırlardı o haptan. Sonra, sanki kendileri yerin altına iniyormuş gibi, “büyüklerimiz” bu zararlı gördükleri ilacı kaldırdılar. Uyuşturucu muamelesi gösterdiler, ama taş kömürü işçileri için bir çare düşünmediler. Kafayı bulmadan o derinliğe inmenin güçlüğünü hesaplamadılar hiç.
Çocukluğumda, Ereğli Kömürleri İşletmesi’ydi adı, kısaca EKİ. Sonra değişe değişe bugün ne oldu bilmiyorum. Umurumda da değil zaten.
Umurumda olan, her göçük sonrası o madende mahsur kalan ve birbirlerine umutsuzca bakan maden işçileri. Kasklarındaki ışıkla birbirlerinin gözlerinde umut arayan işçiler...
Her an halatları kopacakmış gibi gıcırtıyla inen bir asansörle inersiniz yerin yüzlerce metre altına.
Orada, yüz-yüzelli metre yükseklikte yüreği ağzına gelen “vertigo” hastalarından çok daha korkunç bir hastalık beklemektedir insanları: “Klostrofobi”. Ama öyle uyduruktan, üfürükten dört duvar arasında kalınca depreşen cinsinden değil.
Harbiden “klostrofobi”... Öyle bir hastalığınız yoksa da, oraya inince bulaşıcı bir virüs gibi bedeninizi ve beyninizi sarıyor.
Zifiri karanlığı orada öğreniyor insan.
Kafasına taktığı kaskın önündeki sönük ışıklı fenerle önünü aydınlatabiliyor ancak. Her taraf siyah, her tarafta koyu karanlık ve bir elinde kazma ile yalnız kalıyor madenci.
Yaşamını ucuna bağladığı kazmayla. Bu grizu patlamaları en çok neden olur bilir misiniz? Nereden bileceksiniz: Kazmanın kazayla bir kayaya çarpması sonucu çıkan kıvılcımın, karbon monoksit gazını tutuşturmasıyla.
Bir anda cehenneme dönermiş galeriler... Kurtulabilenlerden dinlediğimiz kadarıyla.
Komik bir günlük maaş karşılığı.
Her mezara girişinde, geri nasıl döneceğinin hesabını yapıyor. Yukarı çıkan gıcırtılı asansör onu hayata bağlamıyor, tam tersine bir sonraki inişe bağlıyor.
Ve bir gün beklenen oluyor. Müthiş bir patlama ile galeriler arasındaki duvar kapanıyor.
Nice maden kazaları kulaktan kulağa yayılarak anlatılmış.
Madenci biliyor ki, artık orada diri diri gömülmüş durumdadır.
Bakmayın “ulaşılmaya” çalışılıyor haberlerine, zor... Hatta imkansız...
Bu ne uçak korkusuna benzer, ne Empire State Building’in tepesinden New York’a, Eiffel’den Paris’e bakmaya ne de yüz küsur kilometre süratle bir kamyonun altına girmeye...
Önünde 10-15 saatlik oksijeni kalan ve kurtarılmayı bekleyen, ama asla da kurtarılamayacağını bilen üç beş insanın zavallı bekleyişidir. Ölümü kadar uzun süre bekleyen başka kurban yoktur dünya üzerinde.
Uçağa binmekten niye korkar bazı insanlar, bilir misiniz? Ölümle aranıza “belli bir zaman” dilimi koyduğu için... Aniden ölüm yoktur, düşüş ve ölüm vardır.
Maden işçileri ise başlarına geldiğinde bunu saatlerce yaşarlar.
Yüzleri kömür karasıyla Karaelmas mahallesinden geçerken, biz çocuklar da arkalarından koşardık. Sağlarından sollarından sarkan renkli tellerden isterdik. Onlardan koparabildiğimiz telleri de, tel arabalarımızı süslemekte kullanırdık.
Müthiş bir sakinlikte olurlardı çoğu zaman. Biz nereden gelip, nereye gittiklerini hiç düşünmezdik, ama onlar hiç sinirlenmeden, sağlarından sollarından sarkan telleri bize verirlerdi. Sarı tel en kıymetli olandı ve bazıları bize armağan etmek için fazladan sarı tel aşırırdı ocaktan.
Optalidon’dan haberimiz yoktu o sıralar. Belki de o sıralar Optalidon bile kullanmıyorlardı. Sözünü ettiğim yıllar 1960’lı yıllar çünkü.
Ne zamanki müthiş bir göçük oldu, yüzlerce maden işçisi toprak altında kaldı, o zaman ilk kez işçi yürüyüşüne ve isyanına tanık olduk.
Babam iki kardeşimle birlikte beni ve annemi eve tıkıp, üzerimize de kapıyı kitlemişti. İşçiler kazmalarıyla birlikte yerleşim yerlerine doğru yürüyor, seslerini duyurmak istiyorlardı. Kazmalar bizi öldürmek için değil, işçi olduklarını göstermek için ellerindeydi.
Ama korku Zonguldak’ı sarmıştı...
Göçük, başka bir galeride, Kozlu galerisinde meydana gelmişti o sıra.
Babam, EKİ’nin demiryolu işlerine bakıyordu.
Birgün, pazara bile gitmekten “imtina” eden “hanımevladı” çocuğuna sinirlenip, maden ocağının dibine kadar indirdi. Dört yanı açık asansörle kaç metre indiğimizi hiç anımsamıyorum. Korkudan titrediğimi ve karanlığı delmek için sürekli başımdaki kask ile oynadığımı anımsıyorum. Hiç çıkmayacağımı sandığın o delikten gün ışığını görünceye kadar yükseliş, bir çocuk için kurtuluşun aydınlık ışığı olmuştu.
Ve öğrenmiştim ki, hayat hiç de kolay değil.
Şimdi yerin beş yüz küsur metre altında ölümü bekleyen maden işçilerinin ne durumda olduğunu daha iyi anlayabiliyorum ve lanet olsun ki, yaşadığım karanlıkları bir kez daha yaşamaktan başka bir şey yapamıyorum.
O yüzden belki, ne Baykal’ın kaseti ne de Kılıçdaroğlu’nun kasketi şu anda zerre kadar ilgilendirmiyor beni.