Dünya

Dünya
Tayrona Vadisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tayrona Vadisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6/21/2010

Kayıp Cennetler Bogota ile Kolombiya

Kayıp Cennetler ve Bogota ile Kolombiya’ya Veda “Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. 

Bogota ile Kolombiya

Romanın kişileri, kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanında bu romandaki kadar ipleri elimde tutamadım.” demişti Gabriel Garcia Marquez,"Kırmızı Pazartesi" romanı için. Ben de işte kırmızı olmayan aksine oldukça sedef kokulu ve türkuaz renkli bir Kolombiya sabahında bu romanın geçtiği Mompox şehrine doğru yol almaktayım, Kolombiya’daki kalan son günlerimde. Ama öncesinde beni bekleyen sürprizler var!

Kırmızı Pazartesi romanı

Önceki yazımda Yeryüzü Cenneti diye adlandırdığım Kolombiya’yı böylesine güzel kılan ülkeden ayrılmak üzere Bogoto’ya giderken uğradığım ve kayıp cennetler diye adlandırdığım Tayrona Vadisi ve Ulusal Parkı oldu.
Kolombiya’nın, Atlas Okyanusu kıyılarında Taganga ismi verilen küçük yerleşim yerinde turkuaz denizin güzelliğine vurulup, Karayip denizi hayallerimizi devam ettirmek adına yol arkadaşım Fardusa ile kaldık bir süre. Taganga’ya 1 saat uzaklıktaki Tayrona Ulusal Park’a gitmek bir sonraki planımızdı ve işin en güzel tarafı buraya daha önceki yazımda bahsettiğim önceden tanışmış olduğumuz Arjantinliler de katıldı. Üstelik gruba, 4 Arjantinli güzel ve bir adet Kolombiyalı da eklenince bir çeşit sokak sirkine dönüştük ve yolculuk daha da bir keyifli hal aldı. Arjantinli arkadaşlar, sadece sokakta müzik yaparak kazandıkları para ile seyahat ettikleri ve Panama’ya geçerek sonrasında da bütün Orta Amerika’yı gezmek gibi planları olduğu için para konusunda oldukça tutumlu olmaya çalışıyorlardı, bununla bağlantılı olarak da 34.000 Pesos (18 dolar) olan park giriş parasını ödememek için çılgınca bir fikirleri vardı. Biz de Fardusa ile mecburen onların planına dahil olduk ve parka bir saatlik bir yürüyüşten sonra ulaşılan ana kapısından değil de bir nehirden geçerek 2 saatte ulaşmayı başardık ve giriş parası da ödemedik. Buraya kadar her şey yolunda gitti; çadırlarımızı kurmaya kalktığımızda ise bizim kaçak giriş yaptığımızı gören bir kişinin park polisini araması ve polislerin birden yanımızda bitmesi dışında. Saat 5’i geçmişti ve giriş bileziklerinin alındığı ofis kapanmıştı. “Bir sonraki gün ilk işimiz ücreti ödemek olacak, kapıyı bulamadık, o yüzden ödeyemedik.” felan dediysek de hepimizin sonu polis arabasına bindirilmek ve parkın dışına çıkarılmak oldu. Elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibi, yaptığımız şeyin doğru olmadığının da bilincinde olarak o geceyi parka yakın şehirde geçirdik ve sabah ilk işimiz erkenden parka normal yollardan girmek oldu. Gerçek anlamda yeryüzünde var olan cennetlerden birine de girmiş olduk.
Kolombiya’da en çok beğendiğim ve 2 gün kalmak üzere gittiğim halde 6 gün kaldığım bu ulusal park, yan yana bir çok kumsalın bulunduğu (iki tanesi çıplaklar kampı idi ve ben de gidip bir göz attım, bir kaç beyaz popo görüp geri döndüm; merakımı gidermiş oldum), palmiye ağaçlarının denize doğru kıvrıldığı, ormanın içinde kurulacak bir sürü kamp alanından oluşmakta. Denizin ortasında devasa büyüklükteki kayalar buraya masalsı bir görüntü katıyor. Ormanın içinden yapılan 2 saatlik bir tırmanışla, merakla sizi takip eden ‘black howler’ maymunların eşliğinde, El Pueblito arkeolojik kalıntılara varıyorsunuz. Sabah sincaplarla günaydınlaşmak, öğleden sonra palmiyelerde güneşlenen kocaman iguanalar eşliğinde denize girmek oldukça keyifli idi.

Bogota ile Kolombiya

Yol arkadaşım Fardusa ile yollarımız ertesi gün ayrıldı, O Bogota ve sonrasında Bolivya’ya giderken ben birkaç gün daha burada kalmaya karar verdim. Arjantinli grup da yavaş yavaş dağıldı ve sonunda bir tek ben kaldım parkta. Bu arada yeni gezginlerle tanıştım. İsveçli Felix, 3 arkadaşıyla birlikte yelkenli bir tekne ile Afrika’dan yola çıkmış, Küba’ya vize alamadığı için Kolombiya’ya bırakılmış; Amerikalı Callan, Santiago’da öğrenci ve Barcelona’da yaşayan Kolombiyalı Andres yeni yol arkadaşlarım oldular.

Hedef ise bildiğiniz üzere Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” kitabını yazarken mekan olarak seçtiği Mompos’a gitmek! Kolombiya’ya kadar gelip de elimde böyle bir şans varken bunu kullanmamak olmazdı, çok severek ve de üzülerek okumuştum bu romanı yıllar önce ve gezmiştim bu kasabanın sokaklarında Marquez’in güzel anlatımı sayesinde kendi hayal dünyamda, hissetmiştim o dokunulası sıcağı vücudumda. Sadece tek sorun bulunduğumuz yerden öyle pek de kolay ulaşılamıyordu bu kente. Bunun nedeni ise Magdelana Nehri’nin iki kolu arasında kalıyor olması. 1.5 günde ulaşabildik Unesco tarafından müthiş mimarisinden dolayı Dünya Miras Listesi’ne almış olan Mompos’a. Bu arada 1 gece Magangué isminde bir yerde konaklamak durumunda kaldık.
Yine bir festivale denk gelmiştik, inanmayacaksınız ama gerçek budur, ya bu ülkede her an festival, karnaval var ya da sınırdan bu ülkeye geçerken festival perileri üzerime karnaval simleri döktüler ve benim haberim yok. Herkes bir yere doğru gidiyordu ve Andres ne olup bittiğini sorunca öğrendik ki 5 günlük dini bir festivalmiş bu seferki. Her akşam Virgin Mary ismini verdikleri havai fişeklerle donatılmış olan upuzun iki adet haç, meydandaki kilisenin karşısına dikiliyor. Meydana bütün kasaba doluşuyor ve önce bu kalabalığın üzerine kilise balkonundan fişekler atılıyor, sonra bu fişeklerle karşıdaki haçların fişekleri ateşlenmeye çalışılıyor. Tabii bu arada her an birinin bir tarafının yanması mümkün, işin heyecanlı kısmı ise bu fişeklerden kaçabilmek ve ateş almamak. Haçlar ateş aldığında ise bir biçimde onlarda kalabalığa doğru fişek fırlatıyorlar. Yani hayatımda gördüğüm ilginç dini kutlamalardan birisi de bu idi. Neyse herhangi bir fişek yanığı oluşmadan atlattık o günü, sanırım Bakire Meryem bizi kutsamış olmalı

Magdelena Nehri eteklerinde kurulan Mompos, gerçekten de korunması gereken bir kasaba; tek sorun nefes alamayacak kadar sıcak olması ama akşam gün battıktan sonra sallanan koltukları ile kendini dışarı atan halk ve evlerden dışarı sızan salsa ritimleri, bisikletleri ile sokaklarda turlayan çocukların cıvıltıları ile başka bir dünya. Her köşe başında aklıma Kırmızı Pazartesi romanından sahneler geliyor ve yeniden okumak istiyorum romanı. Mompos’da geçirdiğimiz çok güzel iki günden sonra bu grupta dağıldı ve herkes kendi yoluna gitti, ben de San Gil’e geçtim buradan, rafting yapacaktım, Ekvator’da yağmayan yağmurlar yüzünden yapamadığım bu etkinliği burada gerçekleştirecektim fakat aynı şeyle burada da karşılaştım ve nehirlerdeki az olan su seviyesi yüzünden iptal olan turlar nedeniyle rafting yerine daha önce hiç yapmadığım “caving” yani mağara içine yapılan bir tür gezi gerçekleştirdim, büyük de keyif aldım. San Gil’de cumartesi akşamı büyük plazada, her cumartesi olduğu gibi toplanan halkın arasına karışıp sohbet edip, sonrasında hostelden tanıştığım gezginlerle sabah saatlerine kadar müzik dinleyip salsa yapıp, keyfini çıkardım bu gelenekselleşmiş olan cumartesi etkinliğinin.



Ertesi gün San Gil’e çok yakın olan, film seti kıvamındaki Barichara’ya günübirlik bir gezi yaptım. Hatta buradan Guane yerlileri tarafından yüzyıllar önce inşa edilmiş olan antik bir yolda 2 saat keyifli bir yürüyüş yaparak Guane köyüne geldim. Bol bol fotoğraf çektim, öğlen sıcağında meydanda oturup tembel tembel gelip geçenleri seyreden Guane köylülerin arasına karışıp sessizliğin içinde tabiatın seslerini dinleyip, arada sırada esen hafif rüzgarlardan nasibimi almaya çalıştım. Sonrada bir köylü ile anlaşıp, atlayıp motorunun arkasına muhteşem manzarayı seyrederek geri döndüm Barichara’ya.

San Gil’den sonraki ve Bogota’dan önceki durağıma yani Villa de Levya’ya gitmek için bindim otobüsüme fakat uyuyakaldığım için ve de beni uyandırmayı unuttukları için gözlerimi gecenin bir yarısı Bogota’da açtım. Durumu kabullenip hatta hiç hesap bile sormadan, 2 sırt çantalıyla aynı taksiyi paylaşmayı ayarlayarak – zira gece geç saatlerde tek başına Bogota’da taksiye binmek pek de güvenli değil, hele bir de bütün eşyalar yanınızdaysa -, hostelin yolunu tuttum. Ertesi gün ise haberlerde gitmeyi düşündüğüm yerde orman yangını çıktığı için hostellerin boşaltıldığını öğrendim, kadere inanmaya mı başlasam ne?

2.700 metre yükseklikteki Bogota, tehlikeli ama bir o kadar da güzel. Meşhur Bolivar Meydanı’na 5 dakikalık yürüyüş mesafesinde inanılmaz güzel, kolonyal tarzda inşa edilmiş, oldukça karakteristik özelliklere sahip olan ve Alegria isminde bir hostelde kaldım, gidecek olanlara tavsiyem olsun. Bolivar Meydanı gerçekten de göz alıcı derecede güzel, kendimi meydan etrafındaki güzel mimariyi seyretmeden alıkoyamadım. Parlemento binası, 1985’te gerillalar tarafından yakılmış olan Palacio Justicia Sarayı ve Primando Katedrali meydanın çevresinde muhteşem ihtişamları ile yer alıyor. Mimari estetiği korumak adına bazı standartlar konulmuş ve keşke İstanbul’da da durum böyle olsa diye geçiriyorum içimden. Medellin’de tanıştığım iki kız kardeş gezdiriyor beni Bogota’da ve bütün misafirperverliklerini koyuyorlar ortaya, utanıyorum karşılarında. Şişman insanları resmetmesi ile bilinen Botero Müzesi ve yerlilerin altın ile ilişkisini anlamama yarayan, gezerken çok keyif aldığım Altın Müzesi kesinlikle ziyaret edilmeli Bogota’ya yolu düşenler tarafından.

Ben bu güzel ülkedeyken, yazmadığım güvenlikle ile ilgili bazı olaylar olmadı değil; yine de bu benim Kolombiya’ya ait düşüncelerimi ve hislerimi değiştirmiyor. Bu kadar müzikle ve dansla yaşayan bir topluluk, kendini dört duvar arasına hapsetmeyen ve dışarıda yaşayan, hep gülen ve – az olan kötü adamlar dışında – her zaman yardıma koşan, çok cana yakın, cıvıl cıvıl, kıpır kıpır insanlarla dolu. Salsaya bayıldım, bilmiyor olmama rağmen hiç bu kadar çok dans etmemiştim hayatımda ve çok büyük keyif aldım. İstemeye istemeye ayrılıyorum Kolombiya’dan zira aklım ve kalbim kaldı bu güzel topraklarda ve kesinlikle en beğendiğim ülkeler arasında baş sırayı aldı. 6 hafta kaldım ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez’in ülkesinde ve Patagonya’ya gitmek için acele ettiğimden dolayı ayrılıyorum yoksa daha uzun kalırdım eminim. Güney Amerika’nın en büyük ülkesi olan Brezilya’dan sonra Kolombiya ikinci sırayı alıyor. Hep bahsettiğim kötü ünü ülkeyi gölgede bırakıyor oysa ki dünyanın en çok kahve üreten bu ülkes aynı zamanda zümrüt madeni üretiminde de ilk sıralarda. Biyolojik çeşitliliği sayesinde çiçek ihraç eden ülkelerin de başında. Ekvator’da olduğu gibi burada da iki ayrı etnik grup var; Costenoslar (kıyılılar – melez ırk; cana yakın, esprili, dansçı) ve Cachacoslar (kibarlar – beyazlar). Müzik ve dans olayına gelince, burada çeşit çok; vayenato ve kumbia buranın öz müzikleri , salsa ise Karayip’lerden gelmiş ve Kolombiya kendi yorumunu katmış, mükemmel “salseros” salsa şarkıcıları çıkarmış ortaya. Marange ve regatonu da unutmamak lazım, oldukça popüler. Daha bir çok çeşit var, “Bu hangi tür müzik?” diye sorduğumda aldığım cevaplar oldukça çeşitliydi ama ancak ben bu kadarını öğrenebildim 6 haftada.
Güzel kızlarından daha önce bahsetmiştim galiba beyaz ırk İspanyollar, yerliler, Afrika kökenliler, Karayipliler karışınca birbirine çok güzel melez bir karışım çıkmış ortaya. Burada standartlara uymasanız da sorun değil, kompleksiz bir biçimde giyim kuşamdan kesinlikle taviz vermiyor Kolombiyalı kızlar ve sanırsınız ki sokaklarda her endam gösteren kadın dünya güzellik kraliçesi. İşte buraya gelen erkeklerin de en çok hoşuna bu gidiyormuş, yani sorduğumda böyle cevaplıyorlar; kendilerine olan güvenleri ve kompleksiz olmaları sayesinde doğal bir seksapellik varmış üzerlerinde kızların. Ben bilemiyorum efendim artık siz gelip kendiniz test edin. Ben artık daha insansız ve dünyanın en ucu denilen bir ülkeye doğru yola çıkıyorum. Haftaya görüşmek üzere…

Gülcan Özcan
Odatv.com