Kimi kahramanlar idam edilir. Ve daha büyük kahraman olur. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Hiçbirinin celladı bilinmez.
İdamına karar veren de hatırlanmaz. Ve isimleri bir efsane gibi tarihle birlikte sonsuza kadar yaşar...
Bunun tek bir istisnası var: Ali Elverdi... Bir tek onun ismi yıllardır unutulmadı. Hep hatırlandı.
Bunun nedenini yıllardır düşündüm.
Sanırdım ki, Türk insanı Deniz’leri o kadar bağrına basmış ki, onları
astıranı bile unutamıyor. Deniz’lere olan sevginin büyüklüğünden
derdim...
Değilmiş...
Ali Elverdi’nin öldüğünde öğrendiğimde anladım nedenini. Sevincim her şeyin yanıtıydı...
Deniz’leri hepimiz çok seviyoruz, o ayrı. Ama Ali Elverdi isimli bu
adamı unutamamamızın nedeni bu büyük sevgi değil. Ona duyduğumuz derin
nefret...
***
Neden mi nefret ettik Elverdi’den?
Çünkü o bir simgeydi...
68’in yarattığı Atatürkçü-milliyetçi-sosyalist dalgaya son veren 12 Mart’ın simgesiydi.
Deniz’lerin idamıyla sonuçlanan o hukuksuz mahkeme sürecinin simgesiydi.
Faşizmin ne kadar akıl dışı, hukuk dışı, insanlık dışı olduğunun simgesiydi.
27 Mayıs sonrası idam edilen Menderes’lerin intikamının ateşiyle “3’e 3”, “kısasa kısas” böğürtüleriyle Deniz’leri idama gönderenlerin simgesiydi.
Ama Elverdi’ye nefretimizin nedeni bu kadar basit değil.
Dedim ya derin bir nefret bu...
Neden nefret ettik Elverdi’den bu kadar?
***
6 Mayıs sabahına gidelim...
Ankara Merkez Cezaevi avlusu...
Deniz’lerin idamına tanık olan herkes ağlamaklıdır. Sadece avukatları
değil, resmi görevliler dahil herkes... Deniz’in ipi çekildiğinde
hiçbiri kaldıramaz yerden bakışlarını...
Kimi utançtan...
Kimi gencecik bir insanın ölümüne tanık olmanın şokundan...
Kimi insaniyetten...
Kimi üzüntüden...
Kimi çaresizlikten...
Elverdi hariç...
O, keyif sigarasını tüttürmektedir.
Deniz’lerin avukatı Halit Çelenk o geceyi şöyle anlatıyor:
“Deniz’lerin
idamı sırasında gözümün önünden gitmeyen bir başka sahne ise, idam
cezasını veren Mahkeme Başkanı Ali Elverdi’nin, bir ağaca dayanarak
sigara içmesidir. Deniz, Yusuf ve Hüseyin darağacına doğru yürürlerken,
Elverdi sigarasını tüttürüp havaya üflüyordu. Ben bu davranışı da bir
işkence olarak tanımlıyorum. Çünkü o sigara acı değil, bir keyif
sigarasıydı.”
O derin nefretimizin bir nedeni bu olsa gerek...
***
Deniz’lere idama giderken bile işkence yapmaya devam etmiştir 12 Mart
Faşizmi... Bütün gelenek ve adetlerin dışına çıkarak, Deniz’in idamını
Yusuf’a, Yusuf’unkini de Hüseyin’e izlettirirler...
Deniz’in idamı
ise ayrı bir olay olur. Uzun boyu hesaba katılmadığı için (muhtemelen
bilerek) çok acı çekerek canını verir Deniz. 50 dakika boyunca çırpınır
durur ipin ucunda. Ölürken bile işkence devam etmiştir.
Bu olanlarda Elverdi’nin de katkısı vardır mutlaka. Çünkü bunu yapacak karakterde biridir.
Belki de nefret ettiğimiz onun bu karakteridir...
***
Yıllar sonra verdiği röportajda “Deniz’leri idam ettik, o sayede terör durdu. Şimdi olsa yine asarım.” der. Ve ekler: “Keşke Mahir Çayan gibi diğer eşkıyaları da assaydık.”
Belki de bu yüzden nefret ediyoruz bu adamdan.
***
12 Mart faşizmi ödüllendirir Elverdi’yi. Kurmay olmamasına karşın
general yapılır. Üstelik sicili öyle başarılı falan değildir. Ama
Amerikancı generaller için en büyük zaferi kazanmıştır: Deniz’lerin
alelacele idam edilmesini sağlamıştır.
Nefretimizin bir nedeni de budur galiba. Kira davalarının bile 6 ay sürdüğü Türkiye’de idam kararını 3 ayda verebildiği için...
***
1974’te emekli olur Elverdi. 1976’da da Adalet Partisi’nden Bursa
senatörü seçilir. Seçim kampanyasında kendisini şöyle tanıtmıştır:
“1971’de
ilan edilen uzun süreli sıkıyönetim devrindeki mahkemelerin
Ankara’dakine başkanlık yaparak üç anarşisti adam cezasına
çarptırmasıyla gönüllerde taht kurmuştur. Yüzlerce komünist militanı
muhakeme ederek kızıl tehlikenin gözler önüne çıkarılıp, gerçeklerin
açıklanmasına sebep olmasıyla demokrasi mücadelesinde ayrı bir yer
kazanmıştır.”
Pişman
olmak bir yana yaptığıyla bu derece övündüğü için mi nefret ettik bu
adamdan? İdam cezalarını kendi reklamı için kullanmasına mı kızdık...
Sizi nasıl tanıtalım diye soranlara “Deniz’i astıran adam deyin” yanıtını vermesi mi çileden çıkardı bizi?
***
Yıllar sonra, 1980’de, “Bu Vatana Kastedenler” isimli bir kitap
yayınlar. Kitapta yaptığı tek şey sola, devrimciliğe saldırmaktır.
Küfrün bini bir paradır. Bu aslında düzeysizliğinin de göstergesidir.
Nâzım için şunları yazar mesela: “1930’dan 1940’lara kadar devamlı şiirler yazmış ve milleti zehirlemiştir.”
İlhan Selçuk’a ise şöyle saldırır:
“Bu
İlhan Selçuk denilen Moskova’ya gittiğinde Lenin’in mezarını ziyaret
etmiş, sarılıp öpmüştür. Ama bu şahıs, acaba bir bayram günü babasının
mezarına gidip fatiha okumuş mudur? Onu da kimse temin edemez. Bugün
bunlar serbest dolaşmakta, zehirleni bu memlekete her gün için kat be
kat artırarak akıtmaktadırlar. Ve bunların kitapları, bunların eserleri
maalesef ödül alıyor.”
Nâzım’ın şiirlerine, İlhan Selçuk’un yazılarına tahammül edemeyen,
“zehir saçtıklarını” düşünen bu faşist kafa “Türkiye’de faşizm var”
diyenlere ise şu yanıtı veriyordu:
“Ben faşist
değilim. Bu ülkede de faşizm yoktur. Bu memlekette hürriyetin en
yükseği, en büyüğü var. Birçok ülkelerde olmayan hürriyet var.”
Bu yüzsüzlüğü bile bu adamdan nefret etmek için yeterlidir.
***
Kitabında şunu da yazmıştır:
“Bu
beyni yıkanmış militanlar ölüm sehpasında dahi komünizm propagandası
yapıyor ve kendisinin arkasından gelecek olanlara cesaret vermek
istiyor. Onları astığımız için, Türk Ceza Kanunlarını, millet adına
muhakeme ederek tatbik ettiğim için bana ‘katil Elverdi’ diyorlar.”
Yıllar sonra Deniz’lere hâlâ “beyni yıkanmış” diye saldırabildiği için nefret ettik bu adamdan...
***
Elverdi, her devrin adamıdır. 60’lı yılların başında 27 Mayıs
revaçtadır. O da en sıkı 27 Mayısçıdır. O kadar ki, 27 Mayıs’ın 3.
yıldönümü töreninde Ordu adına resmi konuşmayı o yapar. “Ordu edebiyen milletin kendi kaderini idare etmesini sağlamaya kararlıdır” dediği konuşması gazetelerin baş sayfalarını süsler. (İnanmayan 28 Mayıs 1963 tarihli gazetelere bakabilir.)
1980 yılında yayınladığı kitabında ise tam tersi şeyler anlatır:
“27
Mayıs bir CHP oyunudur. Bunlar tezgahladı 27 Mayıs’ı. Orduyu tahrik ve
teşvik ettiler. Neticede 27 Mayıs oldu. Ama hemen arkadan bir 27
Mayıs’a karşı bir cunta kurduk.”
Bu kadar açık seçik yalan söylediği için mi nefret ettik bu adamdan?
***
22 Şubat ve 21 Mayıs için de aynı kahramanlık palavralarını anlatır
Elverdi. Halbuki başta Talat Aydemir’in bu girişimlerinin ikisinin de
içinde bulunmuş, ancak kaybedeceklerini anlayınca çark etmiştir. Ancak
olayları öyle bir anlatır ki, sanırsınız ki iki ihtilali de onun
kahramanlığı engellemiş.
Tabii yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Talat Aydemir, anılarında Elverdi’nin yalanlarını şöyle açığa çıkarır:
“O
gecenin bir numaralı kahramanı tanınan Kur. Yb. Ali Elverdi, mahkemeye
amme şahidi olarak gelmiş, kendisini hakiki bir kahraman gibi göstermek
için türlü yalanlar söylüyordu. (...) Ali Elverdi radyoevinde mukabil
anons yaparken Üsteğmen Erol Dinçer kendisini tevkif edip, Harb
Okulu’na getirmişti. Bütün işleri bozan ve bizim mağlup olmamızı
sağlayan bu şahsa karşı o anda büyük infial vardı. Talebeler çok
heyecanlı bir vaziyette onu öldürmek istiyorlardı. Ben mani oldum,
hattâ talebelerin tomsonlarına karşı ben göğsümü dayadım. Talebelerin
heyecanını teskin ettim. Ali Elverdi’nin hayatını o gece kurtardım.
Karargahta odama aldım, ayaklarıma kapanmış, Albayım sen bilirsin, ben
durumun böyle olduğunu bilmiyordum, ne istersen emret, yapacağım, diye
yalvarıyordu. İşte bu şahsiyetsiz insan, mahkemede ifade verirken bana
iftira ederek) kendisine odamda tabanca çektiğimi iddia ediyordu, benim
hayatta kimseye tabanca çekmediğimi, hele o gece tabanca kullanmaya hiç
ihtiyacım olmadığını görenler bilir, etrafımda ateş gibi
Harbiyelilerden, tomsonlu muhafızlarım vardı. Böyle bir vaka olmadı.
Ben şahidin yalan söylediğini iddia ederken, o beni yalancı duruma
sokmaya uğraşıyordu.”
***
Bir işbirlikçinin ne kadar zavallı hallere girebildiğinin güzel bir
örneğidir Elverdi. Belki de bu sayede Deniz’leri yargılayan mahkemenin
başkanı olmuştur.
******
İlahi adalet dedikleri bu galiba Ali Elverdi...
Eden bulur...
Sen Deniz’ler asıldığında, nefessiz kalarak, boğularak çırpına çırpına ölürken keyif sigarası içiyordun...
10 yıl geçti, 20 yıl geçti, 30 yıl geçti. Hesap vermekten kurtuldun sandın. Ama hak yerini illa ki buluyor.
37 yıl geçti, aynı ölümü sen de tattın...
Bir lokma tıkadı nefes borunu.
Boğula boğula öldün...
Çok çırpındın mı? Bilmiyorum.
Umrumda da değil.
Ama keşke diyorum, keşke...
Birkaç gün daha dayansaydın da 6 Mayısta ölseydin.
Ve keşke ben de sen çırpınırken karşında sigara içebilseydim.
Keyiflenmedim değil, ölümüne, keyiflendim. Hem de nasıl.
Ama içeceğim keyif sigarası olmayacaktı.